Müslüman dünyanın krizi

Yayınlama: 28.01.2024
Düzenleme: 29.01.2024 17:45
8
A+
A-

Müslüman dünyanın derin bir kriz içinden geçtiği bir gerçek. Devleti kontrol eden merkezdeki sert çekirdeğin unsurları ve sahnedeki ikitdar lobileri hariç, çeşitli düzeylerde krizi yaşayanlar bu gerçeği görüp yaşıyorlar. Aslında toplumun ezici çoğunluğu olup biteni görebiliyor ama Kufe halkı gibi üç gruba ayrılmış durumda: Kimileri muktedirlerden nemalanmakta, kimileri korkmakta, kimileri de “Neme lazım, bu böyle gelmiş, böyle gidecek” diye seslerini çıkarmıyor.

Peki, bu sürdürülebilir bir durum mu ya da sahiden “böyle gelmiş böyle mi gidecek?”

Bizim teşrih masasına yatıracağımız konu bu olacak,

Krizin hangi alanlarda ve düzeylerde sürüp gittiğini elden geldiğince tasvir edip anlamaya çalışacağız Doğru tasvir, doğru teşhis için zorunludur. Doğru teşhis koyabilirsek, bu krizi aşmanın yollarını aramak da mümkün olacaktır.

İslam dünyasının 1 milyar 600 milyon civarında bir nüfusa sahip olduğu söylenebilir. İslam Birliği Teşkilatı’na (İİT) 56 ülke kayıtlı, nüfusun % 80’i Sünni, % 17’si Şii.

Türki cumhuriyetleri de içine katarak İslam ülkelerini veya halkı müslüman ülkeleri yönetim biçimleri itibariyle monarşiler, diktatörlükler ve otokratik yönetimler olmak üzere üç ana gruba ayırmak mümkün. Gayet açık ki, her üç yönetim modelinde temel hak ve özgürlükler çeşitli kısıtlamalar altında; özellikle düşünce ve ifade özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü baskı altında. Normal bir demokraside iş ve işlev gören muhalefet ya mevcut değildir veya iktidarın devamını sağlamak üzere sureta muhalefet yapıyor görünmektedir.

Eski Sovyet Birliğinde, sekizi Hıristiyan, sekizi Müslüman ülke vardı, sekiz Hıristiyan devletten Belarus hariç yedisi kendilerini iyi kötü adam ettiler. Standartlarını yükselttiler, ekonomilerini düzelttiler, kimisi Avrupa Birliği’ne girdi, insan haklarını tesis ettiler, güzel anayasalar yaptılar. Sekiz Türki İslam ülkesinde ise hala mafyatik idareler var.

Kuvvetler ayrılığından söz etmek mümkün değil. Bağımlı ve güdümlü yargı iktidarların talimatına veya reflekslerine göre çalışıyor; yöneticiler kayd-ı hayat şartı veya hırsı ile başa geçiyorlar. Hemen hemen bütün İslam ülkelerinde yöneticiler ölünceye kadar orada duruyorlar. Eğer anayasalarında her dört veya beş senede bir değişmesi icap ediyorsa da, iktidardakiler hayatlarının sonuna kadar koltukta kalmak için çeşitli hilelere başvuruyorlar. Periyodik seçimlerde diktatörler ve otokratlar sandıktan yüzde 95 oy alarak çıkıyorlar. İki veya üç dönemle sınırlı yeni bir siyaset vaadi ve taahhüdüyle kitlelerin karşısına çıkan liderler, kısa zamanda paydaşlarını tasfiye edip kendileri son nefese kadar iktidarda kalmanın yol ve yöntemlerini arayıp buluyorlar.

Kayd-ı hayat şartıyla iktidar olmak bizim tarihsel geleneğimizdir; bu satırlar yazıldığında İmam Humeyni’nin vefatından sonra Velayet-i Fakih makamına gelen Ayetullah Ali Hameney’in koltukta kaldığı süre 35 seneyi bulmuştu (1989-2024).

İslam dünyasının sosyal hayatında kutuplaşmanın ve çatışmanın en dramatik olayları yaşanıyor.

Yöneticiler için iktidarda kalmanın bir yolu toplumu ayrıştırıp kutuplaştırmak ve çatıştırmaktır. Toplumsal hayat homojen ve monolitik olamaz, bu toplum hayatı yaşamanın hikmetine ve tabiatına aykırıdır; ancak farklılık kutuplaşmalara ve çatışmalara gerekçe teşkil etmeyebilir. Örneğin insanlar bir toplumda Sünni-Şii veya Alevi, Sufi-Selefi; Türk-Kürt, Arap-Fars veya Laik-Antilaik ayrışabilir, bu ayrışma verimli bir tearuf ve müzakereye iyi bir fırsat ve imkan sağlar. Ne var ki, yönetimler söz konusu farklı grupları sistemli, bilinçli ve ustalıkla ayrıştırır, kutuplaştırır ve kontrolden çıkmayacak düzeylerde çatıştırır. Çünkü grupların her birine “Biz olmasak sezi öteki/düşmanın yok edecek” deyip bu yönde saldıkları korku ve tehdit sayesinde herkesi iktidar kubbeleri altında tutabiliyorlar.

Nepotizm yaygın, rüşvet, iltimas ve yolsuzluk olmaksızın herhangi bir işi görmek mümkün değil. Rüşvet ve yolsuzluk kısa yoldan zenginleşmenin veya maaşa ek gelir sağlamanın yoludur; bazı durumlarda ise rüşvet kendisiyle beraber bürokratik saygınlık ve otorite getirir.

Ahlaki yozlaşma toplum ve siyaseti çürütüyor. Aile eski gücünü koruyamıyor, devlet kitleleri determine ediyor.

Ekonomiye baktığımızda, üretime dayalı olmayan bir zenginlik söz konusu. Verimsiz, önceliği olmayan yatırımlar; gelir adaletsizliği ve yoksulluk hayli yaygın. Kamuda israf ve savurganlık had safhada, kaynaklar belli bir zümre tarafından kontrol edilip kullanılıyor. Sermaye merkezden şu veya bu merkez-kaç sınıfa transfer olmuyor; dönemsel olarak itirazları ve yakınmaları merkezi rahatsız edecek seviye geldiğinde sert çekirdek itirazcıların önde gelenlerini devşirir, onlara belli bir sus payı verir fakat adaletsiz düzen eskisi gibi el değiştirmiş olarak devam eder.

İslam dünyasında hiçbir ülke tek başına ayakta kalabilecek durumda değil, şu veya bu düzeyde bir dış desteğe muhtaç. Uluslar arası güvenlik sisteminin getirdiği zorunluluğun ötesinde İslam ülkeleri arasında milliyetçiliğin beslediği ulusal rekabet, açık veya gizli bir şekilde devam ediyor. Bir dönem süren soğuk çatışmalar kolayca sıcak savaşlara dönüşebiliyor. Çatışmalar ya doğrudan (İran Irak) veya Suriye ve Yemen’de gözlendiği üzere vekalet savaşları şeklinde oluyor. Her ülke ancak küresel bir gücün himayesi altında ayakta kalabiliyor. Hatırlayalım, 3 Ekim 2018’de Suudi Arabistan’ı ziyaretinde ABD Devlet Başkanı Trump, Prens Muhammed Selman’a “Biz olmasak üç hafta ayakta kalamazsınız” demişti; eski Başkan Nixon’a göre ise İslam ülkeleri ya “karakol”dur (Türkiye, İran, Mısır) veya diğerleri birer “benzinlik”tir.

“İslamilik Endeksi”ne göre 2020 yılındaki verilere göre ekonomi, hukuk, iletişim, insan hakları, siyasi haklar ve uluslararası ilişkiler alanında temeli İslamiyet’e dayanan politikaları takip eden ülkeler sıralaması trajik durumu anlatmaya yeter. Varsayıma göre söz konusu alanlarda eğer bir ülke İslami hükümlere (Şeriat) göre –ki bu hükümlerin tamamının referansını Kur’an’da ve Sünnet’te bulmak mümkün-  işlerini yürütecek olsa, hangi ülke İslam ülkesi sayılacak? Şaka gibi gelebilir, birinci sırada “en Müslüman ülke” olarak Yeni Zelanda oluyor. İkinci sırada İsveç, üçüncü sırada Hollanda, dokuzuncu sırada Kanada, on birinci sırada Almanya, on beşinci sırada İngiltere, on altıncı sırada Japonya, doksan üçüncü sırada Suudi Arabistan, yüzüncü sırada Türkiye yer alıyor. Suudi Arabistan ve Türkiye’nin dışında kalan diğer İslam ülkeleri hayli geri sıralarda ki, bu iki ülkenin de durumu (93 ve 100) hayli feci!

Demek oluyor ki, adına “İslam ülkeleri” denen bu ülkeler, “ekonomi, iletişim, hukuk, insan hakları ve uluslar arası ilişkiler”de İslami hükümlere riayet etmiyorlar. İslam’ın müslümanlardan talep ettiği temel politikaları, İslami değer ve hükümleri Yeni Zelanda, İsveç, Hollanda, Kanada, Japonya, Almanya ve 92. sıraya kadar yer alan ülkeler uyguluyor. Pek sevimsiz, hatta can acıtıcı bir soru olsa da,  “nominal İslam ülkeleri” mi “müslüman”, yoksa Hıristiyan, deist, Shintoist veya ateist olan ülkeler mi? Bu can alıcı paradoksta söz konusu olan nedir? Kimlik mi, pratik mi? Eğer iman ile salih amel arasında zorunlu bir ilişki varsa –ki Hariciler ve Mutezile bu iddiada idi- peki İslami hükümleri tatbik eden gayrımüslim ülkelerin nasıl oluyor da batıl inançları salih amele kaynaklık ediyor da, müslümanların imanları (sahih inançları) münker ve cürüm üretiyor?

Belki de iman ile ameli birbirinden ayıran Mürcie ve Sünni doktrin bunun sebeplerinden biri olarak gösterilebilir. Ama Harici-İbadi mezhebin baskın olduğu (yüzde 80) Umman ve inançta Mutezili olan Şii İran da ilk 90’a giremiyor. Bu sorunun cevabını sosyo politik kriz sahasında kalarak bulamayız; sosyo politik pratikler birer tezahür, kaçınılmaz sonuçlardır. Asıl üzerinde yoğunlaşmamız gereken “ahlaki kriz” ve “kelami-felsefi kriz”in sürdüğü alanlar olacaktır.

İslam dünyasını tek kelime ile ifade etmek gerekirse “çatışan ve birbiriyle boğuşan dünya” diyebiliriz. Mevcut durumda 10 alanda İslam dünyasında soğuk ya da sıcak çatışmalar yaşanıyor: Din   (Müslümanlarla Yahudiler, Müslümanlarla Hıristiyanlar);  mezhep mensupları arasında Şii-Sünni, Selefi Vehhabi-Sufi); etnik gruplar (Türk, Kürt, Arap, Fars); yöneten ve yönetilen (Arap baharında görüldüğü gibi); yoksul ve zengin ( sınıfsal); ülkeler arasında (İran, Irak, Suriye, Yemen); cemaatler ve stklar arasında çatışma yaşanıyor -hatta bir cemaat kendi içinde de çatışıyor-; laik-antilaik; kadın erkek arasında ve en son mülteciler ve ulusal/ırkçı kesimler arasında çatışmalar yaşanıyor.

Tabii ki söz konusu çatışmalarda sosyo politik reel durum, uluslar arası güvenlik sisteminin canlı tuttuğu iç rekabetler, harici müdahaleler ve tarihten devralınan kötü miras yanında kelami, fıkhi kabuller, tasavvufi algılar ve daha genel ifadesiyle müslümanların dini anlayış biçimlerine ilişkin sebepleri de rol oynuyor.

En önemli sebeplerden biri, hakikatin ve toprağın temellüküne dair bitmez tükenmez hırs ve tutkudur. Bir grup,”ben Nuh’un gemisiyim, bana tabii olanlar kurtulur” demek suretiyle hakikati mülkiyetine geçirip diğerleri üzerinde hegemonya ve tahakküm kurmaya çalışıyor. Böyleleri için kendi fikir ve inancının, hayat pratikleriyle ilgili kabullerinin –ki bu herhangi bir din görüşü, seküler/laik bir doktrin, ideoloji, mezhep ya da tarikat olabilir- herkese benimsetilmesinden başka yol yok; çünkü kendisinin hakikate sahip olduğunu veya bilimsel gerçeği savunduğunu, Aydınlandığını, bu özelliği, ayrıcalıklı kimliği dolayısıyla ülkenin nasıl yönetilmesi gerektiğini en iyi kendisinin bildiğini veya ülkeyi herkesten çok sevdiğini iddia ediyor. Dini fanatizm ile bilimetaparlık olan pozitivizm bu konuda aynı noktada buluşurlar. Kişi (kült, lider-önder, başkan) veya zümre (kadro, sınıf, parti, örgüt, cemaat) kendini ülke veya hakikatle özdeşleştirdiğinde diğerlerine düşen “ya icbaren sevmek veya ülkeyi terketmek”tir. 28 Şubat 1997 Postmodern darbenin sloganı şuydu: “Söz konusu vatan ise, gerisi teferruattır!” Sevmeyip de ülkeyi terketmeyen yani itaat etmeyenin önünde iki seçenek var: Ya hapis veya hukuki dayanaktan yoksun yargısal infaz (ölüm cezası). İslam ülkelerinin hapishaneleri bu türden iktidar zümrelerinin “mürted, hain, terörist” ilan ettiği kadın ve erkeklerle dolu. İslami termonolijinin iş gördüğü yerlerde muhalifler “mürted”, seküler/laik termonolijinin geçerli olduğu yerlerde “vatan haini” ilan edilirler. “Terör ve terörist” ise hem “dindar muhafazakar”, hem “laikler” için kullanışlı bir suç isnadıdır.

Tekfir, terör veya ihanet suçlaması temellükün ve matlikayetçiliğin dışa vurumudur. Mutlakiyetçilik sonucunda belki de aynı dertten muztarip insanlar birbirleriyle konuşamıyorlar bile. Hakikati temellük edenle ona sahip olmayanla kendini eşit görmez. Diyalog kuramayınca, müzakere edemeyince  sözleşme de akdedilemez. Bu durumda kolayca bir tiran inisayitifi ele geçiriyor, iktidarı temellük edip herkesi sultası altına alabiliyor (saytara).

Bunun tipik örneği Irak’tır. Otuz beş sene Baasçılar ve Saddam Hüseyin demir yumrukla Irak’ı yönettiler, Amerikalılar geldi (2003), Saddam’ı alaşağıettiler. Irak’taki mezhebi ve etnik gruplar bir anda birbirine girdi. Kürtlerle Araplar, Şiilerle Sünniler bir türlü kendi aralarında bir toplumsal sözleşme kuramadılar. Irak ve sonra Suriye’de yaşananlar (2011) Hobbes’un ya da Machiavelli’nin tezlerini mi doğruluyorlardı? Yani insanların birbirini yememesi için mutlaka başlarında onları demir yumrukla yönetecek bir kral mı lazım? Biz konuşma (nutk) ve akletme (taakkul) yetisine sahip insanları bir tiran, bir despot mu bir arada tutabilir? Aksi halde birbirimizi yemek asli ve diğişmez tabiatımız mı?

Tarihsel kültür ve geleneğimizin hayli iyi yanları yanında, kötü yanları da var. Bunlardan biri de sakıncalı yüceltmelerdir (süblimasyon). Mesela “İmam-ı A’zam Ebu Hanife”, diyoruz. Fıkıh usulü kitaplarında Ebu Hanife ve diğer büyük imamlara “mutlak müctehid” sıfatı verilir. Halbuki Ebu Hanife’nin de söylediği gibi müctehidlerin görüşü mutlak değil, zannidir. Prensip ve usul yönünden “mutlak görüş ve içtihad” olamaz. “Hüccetü’l İslam” diyoruz İmam Gazali için. Bu nitelemeye göre Gazali dinin hücceti, kesin delilidir, o bir şeye hüküm verdiyse artık tartışılmaz, bir nevi “nass” hükmündedir. Muhyiddin İbn Arabi’ye “Şeyhü’ Ekber”, Said Nursi için “Bediüzzaman” diyoruz. İbn Arabi, Mevlana Celaleddin, Said Nursi veya bazı tarikat şeyhlerinin serdettikleri düşüncelerin onlara intisap edenlerden bazılarına göre neredeyse vahiy kaynağından neş’et etmişlerdir. Oysa akidenin en temel umdelerinden biri şu ki, Hz. Muhammed (s.a.) son resul ve son nebidir, vahiy kapısı artık kapanmıştır. Hasta yatağında alzheimere yakalanmış bir Şeyh efendiye, sadece ülkeyi değil, dünyayı ve kainâtı yöneden “Evtad, Gavs” gibi vasıflar veriliyor ki, bu, bir tür çizgi filmlerdeki “He Man” gibi bir şeydir.

Şüphesiz isimlerini andığımız zatlar değerli alimlerdir, bazı görüşlerine ihtirazi kayıtlarımız olsa da hayırla andığımız seçkin şahsiyetlerdir, onları küçümsemek hakkaniyete sığmaz; burada mevzubahs olan, bizim onlara yüklediğimiz sıfatların onları mutlaklaştırmasıdır.

Bunun da her zaman öngürelibilir olumsuz sonuçları olur. Eğer biz birini mutlaklaştırıyorsak görüşünü benimsediğimiz kişinin  mutlakiyetçiliği bize de geçer, yani sanki onun mutlaklığından biz de bir pay almış oluruz. Ona intisap edene göre diğerleri artık izafidir, özneldir ve önemsizdirler.

Belirtmek gerekir ki, mutlaklaştırma sadece mütedeyyin camiada değil, laik-seküler kesimlerde de hayli yaygın. Kemalistlerin, Mustafa Kemal’i kült haline getirmeleri kolayca gözlemlenebilecek benzer bir zihni ve ruhsal tutuma işaret eder. Üretilen algıya göre, kemalistler mutlak bilgiye, gerçeğe ve aydınlanmaya sahip olduklarından, kendileri dışında kalanlar cahil, gerici, mürteci ve zararlı varlıklardır. Kemalistler, kült algısına öne sürerek sadece kendilerinin ülkeyi yönetme yetkisine ve hakkına sahip olduklarını düşünmektedirler. 28 Şubat’ın meşhur Anayasa Mahkemesi (AYM) Başkanı Yekta Günggör Özden, “gericiler-müteciler” için şöyle demişti: “Ya bizim gibi yaşayacaklar ya da yaşamacaklar.” Aynı dönemin Yargıtay Başsavcısı Savaş Vural’a göre, bunlar kanser hücresidir, neşterle alınıp yok edilmeleri gerekir. Türkan Saylan da, kemalist çağdaş kimliğini öne sürerek “Biz asılız, bu ülkede bizim istemediğimiz hiçbir şey olması mümkün değildir” diyordu.

Benzer kültleştirme faşizm, komünizm ve sosyalizm, milliyetçi doktrinler veya krallıklarda aynı işlevi görmektedir.

20. yüzyılın son çeyreğinde İran’da gerçekleşen İslam Devrimi, sadece Şiiler için değil, Sünniler ve hatta yeryüzünün her hangi bir bölgesinde yaşayan bütün ezilmişler, dışlanmışlar, kızgınlar için bir umut oldu. Çoğunluğun bencil çıkarlarına hitap eden demokratik yöntem, Ziyaülhak türü bir darbe veya sınırlı sayıda insanların düzenlediği bir ihtilal dışında, milyonların katılımıyla olan bir devrim, bir halk hareketi olduğundan, üstelik önder kadrosu ulema profili çizdiğinden bir anda bütün dünyanın dikkatini üzerine çekti. Ancak aradan geçen bunca zaman içinde beklenen etkiyi, dönüşümü sağlayamadı. Müslüman dünyanın süren krizinin bir parçası olması hasebiyle İran İslam Devrimi’ne biraz daha yakından bakmakta fayda var.

İslam tarihi boyunca Daru’l İslam’ın kuytu köşesine çekilmiş gibi görünen Şiiler, 1979’da  büyük bir devrim yaptı. İran İslam Devrimi, beşeri tarihin en büyük, Cengiz Çandar’ın yerinde tespitiyle “İslam devrimi devrimler içinde devrim, İslam içinde devrim ve mezhep (Şia) içinde  devrim”dir. Yakın tarihte 1789 Fransız İhtilali, 1917 Bolşevik İhtilali İslam devrimiyle mukayese olmayı bile hak edemezler, özlerinde birer devrim değildirler, İslam Devrimi 1979’da halk tarafından yapılmış gerçek bir devrimdir. Modern algının geçerli olduğu bir zamanda horlanan mollalar zümresi horlanan milyonları mobilize etti. Geleneğin içinden gelen 78 yaşındaki İmamı milyonlarca insanın önüne geçerek binlerce yıllık bir monarşiyi üstelik taraftarları tek kurşun sıkmadan bir devrim gerçekleştirdi. İmam Humeyni, her türlü şiddetten uzak, halka şunu diyordu: “Sizi öldürmeye gelen polis ve askerlerin göğsüne kurşun değil, çiçek atın.” Öyle oldu ve bağımsız kaynakların kabul ettiği üzere 60 bin insanın hayatına mal olan portesto ve direnişler devrimle sonuçlandı; devrimin lideri Ayetullah Humeyni, sürgünden gelip de Tahran havaalanına indiğinde onu 12 milyon insan karşılamıştı.

Dünyanın mağdur ve dışlanmış kitleleri tarafından büyük bir heyecanla karşılanan devrimin -Sovyet Bloku’nun çökmesinde, Doğu Avrupa’nın demir perde yönetimlerinden kurtulmasında etkisi büyüktü- müslüman dünyanın siyasi ve sosyo ekonomik hayatında da temel değişiklikler yapacağı düşünülüyordu. Bu da ancak Kelam’da radikal içtihatlar yapmaya bağlıydı. Bunun farkında olan İmam Humeyni, mezhepler tarihine geçecek üç büyük içtihat yaptı: İlki asıl sorun Sünni-Şii ayrılığı değil, yeni sömürgeciliğin süren hegemonyası ve tahakkümünün sona erdirilmesidir, bunun için geleneksel zihni tutum değişmeli, bir Şii, bir Sünni’nin arkasında namaz kılabilmeliydi. Bununla bağlantılı ikinci önemli içtihat “takiyye”de temel bir zihni değişim üzerinde ısrarla durmasıydı. Humeyni’ye göre Sünni olsun Şii olsun, müslümanların birbirlerine karşı takiyye yapmaları haramdır, hele İslam’ın varlığı tehdit altında ise takiyye büsbütün haramdır. Son içtihatla, süren tatbikatta bazı problemler çıkmış olsa da,Velayet-i fakih’le yepyeni bir siyasi-idari model öneriyordu. Bana göre hala Sünni dünya Velayet-i fakih’e alternatif bir model sunabilmiş değil, Sünni dünyanın geleneksel uleması monarşilere fetva üretirken, aydınları ve akademisyenleri liberal kapitalizmin demokrasisini olduğu gibi iktibas ediyorlar. .

Mehdi beklentisi içinde olan Şii dünyanın bu içtihatlarla Cumhuriyet’i kabul etmesi önemliydi. Ancak siyasi fıkıh ve bununla bağlantılı kelami düzeyde mehdiyetten cumhuriyete geçiş sağlanmış olmakla beraber, kültürün derin tabakalarına sinmiş mitolojik unsurlar yok olmadı, varlıklarını devam ettiriyor, “Kurtarıcı İmam” beklentisi bugün de hayli canlı. Hala her an Mehdi’nin zuhurunu bekleyen Hüccetiler etkili; komünistlerin Troçkistleri gibi kriz üstüne kriz çıkarmak için çalışıyorlar. Kısaca İmam Humeyni’nin içtihatları tam olarak  geleneksel siyaset ve yönetimin kültürel mirasını aşamadı. Aşamayınca modern olanı kendi içinde üretmeye başladı. “İran için İslam”a karşı “İslam için İran”ı savunun İmam Humeyni’nin “ne doğu ne batı, İslam” şiarını zayıflatan, İranı Şii ve Pers milliyetçiliğine iten en önemli faktör, bütün dünyanın kışkırttığı Saddam Hüseyin’in sekiz sene süren İran-Irak savaşına yol açmasıydı. 1 milyon insanın hayatını kaybettiği bu savaşta, İslam alemi açıktan veya el altından Saddam’ın yanında yer alınca, İran halkı refleksif olarak kendini Şia ve İran milliyetçiliği üzerine kapatarak savunma yolunu tuttu.

İslam Devrimi’nin en başta, siyaset bezirganlarının devrimi ve dini istismar biçimlerine karşı etkili düzeylerde mücadele etmek durumundaydı; lakin öyle bir noktaya gelindi ki, takvası ve bilgisi zayıf zümreler iktidar alanlarını doldurdu. Devrim düşmanlarının da kuralsız propogandaları ve suikastlarının etkisiyle mollalara karşı yaygın bir antipati yayıldı. Öyle noktaya gelindi ki, şeytanlaştırılan mollalara karşı hakiki düşmandan medet umanlar türedi; iktidar mücadelesi derinleştikçe diğer ülkelerde olduğu gibi İslami entiteler (partiler, gruplar, zayıf ülkeler, cemaatler) küresel Moğollardan veya Haçlı güçlerden yardım talep etmeye başladılar; İslam dünyası içinde onların işbirlikçileri oldular.

Devrimin birinci yıl dönümünde ben de davetli olarak İran’a gitmiştim. Gösterileri izleyen bir arkadaşı Fukuyama’ya not düşüyor, milyonlarca insan Azadi Meydanı’nda “Merg berg Amrika (Amerika’ya ölüm!)” diye bağırırken, o şöyle yazıyordu: “Korkma! Shell, Sony, Peugeout vd.’nin tabelaları yerinde duruyor.” Demek istediği şuydu: Bu firmalar faaliyetlerine devam ediyorlarsa, onlara olan talep devrime geri adım attıracaktır. Gerçekten de bir süre sonra bu küresel firmaların devrime destek veren kitleleri nasıl dönüştürdüğünü bittecrübe öğrendik. Bu aslında İslam Devrimi’yle büyük telaşa kapılan Oliver Roy’un zaafı İslam hukukuna bağlayarak, İslamcı iktidarların kısa zamanda iflas edeceklerini söylerken, ne büyük bir teşhis hatasına düştüğünü gösteren ilginç bir olaydır. İslamcı iktidarların ve İslam Devrimi’nin önüne çıkan asıl engel fıkıh değil, kitlelerin modern hayat tarzına, tüketim kültürüne ve Amerikan hayat tarzına olan derin hayranlıkları ve tutkularıdır. Sovyet Rusya’yı ve Amerika’yı ülkelerinden kovma gibi yüksek başarı gösteren Afganistan’ın Taliban yönetimini, söz konusu dönüştürücü, çürütücü kültüre karşı kendini kritiği yapılmayan geleneğin üzerine kapatarak (entegrist) savunmaya iten de bu kaygı ve korkudur.

Sünni ve Şii doktrinler dışında kalan çeşitli inanç grupları, tarihsel yetersizlikleri, mitolojik yapıları, anlatıları ve iki blok tarafından uğradıkları mağduriyetler, tatminkâr bir çıkış yolu göstermelerine mani oldu, bugün de olmaya devam etmektedir.

Kuruluş dönemindeki demokratik doğalarına ve ihtiyatlı özelliklerine aykırı olarak, zaman içinde mezheplerde ve tarikatlarda (cemaat, parti, örgüt) baş gösteren mutlaklaştırma eğilimleri, farklı düşünenlerin tekfir edilmesine, mürted sayılmaları dolayısıyla kanlarının, namusları ve mallarının helal sayılması gibi  trajik olaylara gerekçe oldu. İktidarı bir kere ele geçirenler, dini araçsallaştırdıkarında dinin istismarı siyasetin, ticaretin ve statülere erişmenin de kolay yolu olmaktadır. Böyle bir hengamede dinbazı veya siyaset bezirganını takva sahibi siyasetçiden ayırdetmek kolay olmuyor, çünkü esasında toplumun kendisi de ahlaka ve hukuka talip değil.

İslam ülkelerinin tamamında halkın en yüksek düzeyde değer verdiği şey dindir ama siyasette, ticarette ve idari statülerin dağıtımında en çok istismar edilen de dindir. Söz konusu istismar ve suistimaller toplumun geniş kesimlerinde kopuşlara, küskünlüklere, dinden uzaklaşmalara yol açıyor. Sıradan insan “Müslümanlık buysa ben yokum, Müslümanlıktan vazgeçiyorum” deyip “irtidat” ediyor. Deyim yerindeyse imama kızan mescidi ve Allah’a secde etmeyi terkediyor da, sahte imamla veya mescid-i dırarla mücadele etmeyi düşünmüyor. Binaenaleyh “Müslümana,İslamcı’ya kızdım, deist veya ateist oldum diyen erkeklerin ve aynı gerekçeyle başımı açıyorum” diye ortaya çıkan kadın ve kızların tepkileri sağlıklı, anlamlı ve tutarlı değildir. Aslında bu insanların yaşadığı bir tür bilinç yarılması halidir; yarılma derinleşip sürdükçe, tarafları birbirlerine karşı İslam’ın ve Müslümanlığın ortak düşmanıyla iş birliğine sevkediyor. Temel prensip “iyilik ve takva üzerinde dayanışma” olması icap ederken Müslümanlar, tam aksine “kötülük ve düşmanlık üzerinde ittifaklar kuruyorlar” (5/Maide, 2).

İnsanlar yenilir, mağlup olur. Nuh aleyhisselam “Ya Rabbi mağlup oldum.” (54/Kamer, 10.) diye  yalvarmıştı. Onun mağlup olması davasının çürük olduğu anlamına gelmez, Yahya ve Zekeriya peygamberler (a.s.) şehid edildiler. Müslümanlar tarihte iki büyük mağlubiyet yaşadılar. Biri Moğol, diğeri Haçlılar mağlubiyeti. Müslümanlar Moğollara yenildi, Moğollar taş üstüne taş omuz üstüne baş bırakmadılar ama müslümanlar yeniden toparlanıp onları yendiler, Hatta İbn Haldun’un teorisini alt üst eden bir gelişmeye imza attılar. O “mağluplar galipleri taklit eder” diyordu. Osmanlı Türk modernleşme modeli tam da böyle bir şeydir. Moğollar olayında ise galipler mağlupları taklit etti. Sonunda Moğollar Müslüman oldu. Haçlılara da yenildik, iki yüz sene bölgemizde devletler kurdular. Tekrar Müslümanlar ayağı kalktı ve Allah’ın izniyle Selahattin Eyyubi’nin ferasetli siyaseti altında onları memleketlerinden kovdular. Haçlılara maruz kaldığımız mağlubiyet, batıda yepyeni bir dönemin, Aydınlanma hareketinin ilham kaynağı oldu. Üçüncü büyük yenilgimiz 19. yüzyılda olandı. Bu sefer yere düşen Müslüman mağlubiyetin sebebini dininde buldu. Zaafını, yenilgisini, trajedisini dininde arama yanılgısına düştü. Ziya Paşa bunu şöyle dile getiriyordu:

İslam imiş devlete pâ-pend-i terakki

Evvel yoğ idi, işbu rivayet yeni çıktı

(Devletin yükselmesine engel İslam imiş

Önceleri yok idi, bu rivayet yeni çıktı.

Peki, bunun sebebi nedir? Elbette bu can yakıcı sorunun “din”le ilişkili bir boyutu var.

Sükunetle şu beş sorunun cevabını aramaya çalışalım:

1. Acaba şu içinde bulunduğumuz durumun sebebi, 56 ülkenin ortak paydası olan “Müslümanlık” mı, başka bir deyişle krizin sebebi “İslam dini mi?” İslam dini ise

           a.  Doğrudan (Li-aynihi) sebep (Kur’an ve sahih Sünnet mi?)

           b. Dolaylı (Li-gayrihi) sebep (Uydurulmuş rivayetler mi?)

2. Kriz bizim “tarihi tecrübemiz”den mi kaynaklanıyor? Öylesine sahip olduğumuz  güçlü miras veya gelenek bugün de bizi belirlemeye devam ediyor.

3. Krizin sebebi dinimiz değilse, “din anlayışımız” veya reel İslam mı?

4. Ya da “bugün muazzam bir uygarlıkla karşı karşıya bulunuyoruz: Batı uygarlığı. Her şeyi alt üst ediyor, dönüştürüyor, yerküresinin en ücra köşesine nüfuz ediyor. Beşeri hayatın tamamını kültürel hegemonyası ve askeri/politik tahakkümü altına alıyor. Meydan okuyamadığımız veya alternatifini sunamadığımız modernlik karşısında fikri, ahlaki, sosyal, ekonomik ve politik yetersizlik içindeyiz. Sebep bu mu?

5. Veya kriz tek bir sebebe indirgenemez, saydığımız dört faktörün de kendilerince payları var. Var ise, genel krizde her bir faktörün payı nedir?

Cevabını arayacağımız ilk soru, içine düştüğümüz krizin sebebi “din” mi? Buna yakından bakmaya çalışalım. (Müslüman dünyanın krizi, Din ve Siyaset, 26 Ocak 2024.) http://www.dinvesiyaset.com

REKLAM ALANI